kitabi lugatit turk

Bir Kitabın Hikayesi: Dîvânü Lugati’t-Türk

Türkçe’nin Hiung-nu’lardan başlayarak Türklerin konuştukları bir dil olduğu bilinmektedir. Ancak buna ilişkin belgelerin yokluğu nedeniyle, o dönemdeki dilin özelliği ve söz varlığı hakkında fazla bilgi edinmemize olanak yoktur. Türkçe’ye ilişkin ilk belge 581’de Soğut’ça yazılmış Bugut yazıtıdır. VII. yüz yıla ait Orhun Yazıtları ise, Türkçe’nin oldukça gelişmiş bir yazın dili düzeyinde olduğunu göstermektedir.

Türklerin o yüzyıldan başlayarak İslamiyet’e girmeleri, dilini de iki yabancı dilin, Arapça ve Farsçanın etkisi altına sokmuştur. İslamiyet’ten sonra kurulan Türk Devletlerinde bilim ve ibadet dili olarak Arapça, sanat dili olarak Farsça, ordu dili olarak da Türkçe konuşulmaya başlanmıştır. Yani biraz Arapça, biraz Farsça, biraz Türkçe, biraz kara biber, biraz tuz, bir bardak su ile kaynatıldığında yapılan çorbaya ileride Osmanlıca denilmiştir. Türkçe’nin büyük bir sözlüğünü hazırlayan Şemsettin Sami “Dilimizi sadeleştirelim, dilimizi Türkçeleştirelim diye bağırmaktan vazgeçmeyeceğiz” demiştir.  XV. Yüzyılda Ali Şir Nevai de Türkçeyi Farsçaya karşı savunma gereğini duymuştur. 13 Mayıs 1277 de Karamanoğlu Mehmet Bey şu fermanı çıkartmıştı: “Bu günden sonra Divanda, Dergahta, Bargahta, Mecliste, Meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaya”. Bugün 13 Mayıs Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edilişi olarak kabul edilir. Ne yazık ki bu gün de “Bye Bye Türkçe” diye kitap yazıp dizimizi dövmekteyiz. Kaşkar’lı  Mahmut,  Arapçanın yaygınlık kazanıp, Türkçe’nin göz ardı edilmesi karşısında, öz dilini savunma gereğini duymuş ve 1072 de Dîvânü Lugati’t-Türk adlı ünlü sözlüğü yazmıştır. Bunun içindir ki Atatürk Devrimlerinin en önemlisi Dil Devrimidir.

Şimdi asıl konumuza dönelim, Dîvânü Lugati’t-Türk’ün Ali Emiri Bey tarafından nasıl bulunduğunu, Kilisli Muallim Rıfat Bey’in nasıl tercüme ettiğini görelim. Önce hikayemizin kahramanı Kilisli Muallim Rıfat Bey’i tanıyalım. 1874 yılında Kilis’in Yenimahalle’sinde doğdu. “Edindiğim ünvanların en değerlisi adımın başına koyduğum “Kilisli” sözcüğü” diye övünürdü. Soyadı kanunu çıkınca, Kilisli Muallim Rıfat (Bilge) soyadını almıştır. 18 yaşına kadar, ilk ve orta öğrenimini Kilis’te yaptı. İstanbul’a öğrenim için gidip bir daha dönmedi. Memleket özlemini, adının başına koyduğu ‘Kilisli’ sözcüğü ile gidermeye çalışmıştır. Muallim Rıfat Efendi, Darül Muallim (İstanbul Üniversitesi Yüksek Öğretmenlik Bölümünü) ve  İstanbul Hukuk Fakültesini pek iyi derece ile bitirdi. Çeşitli lise ve yüksek okullarda Arapça dersler verdi. Arapçada erişilmez bir zirve oldu. Bir söyleşi sırasında, İstanbul kitaplıklarındaki üç yüz bin kitabı elinden geçirdiğini, bunun yüz binine yakınını okuduğunu, okuma yazma öğrendikten sonra, her gün saatin 6 sında kalkıp, zorunlu ihtiyaç ve görevler dışında gece saat 10’na kadar sürekli okuduğunu söylemiştir. Onun en büyük hizmeti, Dîvânü Lugati’t-Türk’ü, Ali Emiri Efendi’nin elinden kurtarıp, Türk ulusunun yararlanmasına sunmasıdır. Bunun hikayesini 1945 yılında İstanbul “Yenisabah” gazetesine yazdığı bir makalede ayrıntıları ile anlatmıştır.

Kilisli Rıfat, bir kitap kurdu, Arapçada otorite, bir zirveydi. Türklük aşığı, Türk dilinin yorulmaz bir emekçisiydi. Türk Dil Kurumuna kaynak olarak 50.000 Türkçe sözlük içeren fiş vermişti. Bunun en geçerli tanığı , Ömer Asım Aksoy’dur. Aksoy, Türk Dil Kurumu Genel Müdürü iken, Türk dili tarama çalışmaları yapılıyordu. Bu konuda Kilisli Muallim Rıfat’ı anlatırken şunları yazar:

“Tarama çalışmalarına katılan 55 yetkili, 227 kitap taramıştır. Buna göre her birinin ortalama dört kitap taramış olduğu sanılacaktır. Hayır böyle olmamıştır. 227 kitabın 82’sini Kilisli Muallim Rıfat, geri kalan 145’ini  54 kişi taramıştır.” Koca Kilislinin dağlar deviren çalışmalarından bir bölümü. Bu çalışmaları özgeçmişine eklenecek bir yapraktır.

Adının başın da hep “Kilisli” sözcüğünü kullanan bu bilgi anıtı, kendisiyle birlikte Kilis’e de uluslararası bir ün kazandırmıştır.

Şimdi Dîvânü Lugati’t-Türk adlı değerli kaynak kitabını bulan Ali Emiri Efendi ve kitabın nasıl bulunduğunu Kilisli Muallim Rıfat Bey’den dinleyelim:

“Ali Emiri Efendi, kitap delisi, Diyarbakırlı, yaşlı bir bekardı. Evinin kapısını kendisi açar kendisi kapatır, yalnız yaşardı. Kitap koleksiyonu yapma, kitap doldurmada eline kimse su dökemezdi. Eski kitapçıları haftada üç kez  dolaşır, adı var kendisi yok, zümrüdü Anka kuşu gibi, yapıtların hep peşinden koşardı. Dîvânü Lugati’t-Türk, Katip Çelebi’nin Keşf-i Zünun (Kitapların özgeçmişi, bibliyografya) adlı kitabında adı geçiyordu. Fakat, onu ne gören ne de inceleyen yoktu. Sultanahmet’teki Karababa sokağında ‘Diyarbakır Kıraathanesi’nin her akşam müdavimiydi. Yatsıdan sonra gelir, kendisi gibi edebiyat, tarih meraklıları ile söyleşirdi. Her türlü eseri okumakla beraber en çok Osmanlı tarihi ile meşguldü . Hafızası çok kuvvetliydi. Okuduğu şeyleri unutmamış ve unutmazdı. “Ezberimde yüz bin beyit var” derdi. Ben bunu bir defa nezaketle denedim. Herhangi bir ozanın bir gazelinden bir mısra seçtim. Acaba şu mısra kimindir? diye sordum. Güldü: Test mi etmek istiyorsun, falanındır, sonu şudur… diye ezbere okudu. Ona bir şey sorulsa,  o anlamda, iki ozan var, hangisini istiyorsun?.. der ve her birisi hakkında malumat verirdi… 1912 senesi idi. Bir gece yine bu kıraathaneye geldi. Biraz tarih, edebiyattan konuşulduktan sonra, “Beyler, Efendiler, bu gece sizlere bir şey soracağım” dedi.

“Buyurun”, dedik. “Dîvânü Lugati’t-Türk isminde bir kitap duydunuz mu, yahut işittiniz mi?”. İlk cevabı ben verdim. Kitabın kendisini görmedim, fakat Katip Çelebi bunu görmüş, Keşf-İ Zünun’na yazmıştır dedim. Sonra Arif Bey ve arkadaşları Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük dediler. Bunun üzerine Ali Emiri Efendi, (Eyledim tahkik, görmüş kimse yok cananımı…) Fuzuli’nin bir misrasını okudu. Sonra sıra bize geldi. Hep bir ağızdan heyecanla “Siz gördünüz mü?” diye sorduk. Sorumuz hoşuna gitti, kendisine has olan tarzda gevrek gevrek güle güle katıldı. “Ne söylüyorsunuz? Tanrının yardımı ile bu gün o kitaba sahip oldum” dedi. Hepimiz tebrik ettik. Nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk. “Her zamanki gibi, haftada iki üç kere Sahaflar Çarşısına uğrar, yeni bir şey var mı diye sorarım, dün de uğradım. Kitapçı Burhan Bey’in dükkânında oturdum. Bir şey var mı dedim. Kitapçı, “bir kitap var ama, sahibi otuz lira istiyor. Bu kitap bana geleli bir hafta oldu. Ben, bunu yüksek fiyatla alır diye Eğitim Bakanı Emrullah Efendi’ye götürdüm. O da İlim Kurulu’na gönderdi. Kurul incelemek için bir hafta  izin istedi, ben de kabul ettim. Bir hafta sonra gittim. On lira teklif ettiler. Ben de kitap benim değil, başkasınındır. Otuz liradan bir para aşağıya vermiyor dedim. Biz otuz liraya bir kütüphane alırız. Al kitabını istemiyoruz diye kitabı iade ettiler. Kitabın sahibiyle kararlaştırdığımız müddet yarın bitecek. Yarın kitabı vermeye mecburum. Bakınız, eğer işinize gelirse siz alınız” dedi. Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira eder. Dünyada eşi menendi görülmemiş, bir Türk Sözlüğü ve grameri.. Fakat kitapçıyı şımartmamak için, nazlı davrandım. Dağınık bir eser, acaba tamam mı, değil mi? Hem de yazarı Kaşgarlı bir adam imiş, kimdir, necidir? Belli değil. Sarı çizmeli Mehmet ağa… Ne de olsa emek verilmiş bir eserdir. Eğitim Bakanlığı 10 lira teklif etmiş ise, ben de 15 lira veririm, dedim. Kitapçı, “hayır, anlattığım gibi, kitap benim değildir. Benim olsaydı verirdim. Ama sahibi mutlaka 30 lira istiyor. Almayacak olursanız sahibine iade ederim” dedi. Sordum, sahibi kimdir? Cevaben dedi ki, yaşlıca bir hanımdır, eski Maliye Bakanı Nazif Bey’in yakınlarından… Paşa, bu kitabı ona verirken “Ben sana bir kitap veriyorum, iyi sakla, sıkıldığın zaman kitapçılara götür. ALTIN para, otuz lira eder, aşağıya verme” demiş. İşte o 30 lira kadının kulağında küpe olmuş. Yoksa kendisi düşkün bir kadın. Alacaksan, bir kadına iyilik etmiş olursun” dedi. Bunun üzerine, eveeet, şimdi işin şekli değişti. Bir kadına yardım etmek vazifedir. Peki, kabul ediyorum dedim ve kitabı aldım. Fakat o dakikada şöyle düşündüm. Yanımda ancak 15 lira var, eve gidecek olsam kitap dükkanda kalacak, ola ki başka birisi gelir, kitapçı tamahkârlık ederek ona da gösterir, o da alır. Paranın üstünü yarına bırakayım desem, olmaz. Başladım içimden Allah’a yalvarmaya: “Allah’ım bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni bu kitaptan ayırma.”

İki dakika sonra baktım ki, dostlarımdan Üniversite (Darülfünun) Edebiyat Muallimi Faik Reşit Bey geçiyor. Hemen çağırdım. Gizlice “varsa aman bana 20 lira ver.” dedim. Çantasını açtı, 10 lira varmış onu verdi, üst tarafını acele eve gider getiririm dedi. Ben de kitapçının dükkanında huzuru kalple oturdum. Bir kaç dakika sonra, Reşit Bey geldi, parayı getirdi. 30 lirayı kitapçı Burhan Bey’e verdim. Burhan Bey, “pekala, ya benim bahşişim yok mu?” dedi. 3 lira da ona verdim, vedalaştık. Dükkandan kalktım, Reşit Bey’le konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza bakıyorum, acaba Burhan Bey pişman olur da  arkamızdan koşmasın diye korku içindeyim. Neyse, baktım ki gelen yok “Ohh…,Elhamdülillah “ dedim.

Kitabı aldım eve geldim, yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat inceleme ile uğraştım. Arkadaşlar size söylüyorum. Bu kitap değil. Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün Cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde  başka bir renk kazanacak. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmesi lazım gelse Cihan hazineleri bile yetmez. Bu kitabı Burhan bana 30 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem dedi.

Emiri Efendi bu kitabı elde ettikten sonra, neşesiyle sermest (sarhoş) oldu. Eşine dostuna rast geldiğinde, ”Ben bir kitap aldım, şöyledir böyledir” diye ballandıra ballandıra övüyordu. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa bu haber Ziya Gökalp’e yetişmiş, koşmuş Ali Emiri’ye gelmiş, kitabı görmek istemiş, fakat Emiri, “şimdilik göstermem, belki iki ay sonra olabilir.” diye Ziya Bey’i gücendirmiş, kırmış.

Sonra Ziya Bey, Diyarbakır milletvekillerinden iki kişi göndermiş, Emiri Efendi onlara da göstermemiş. Bana gelince, Emiri Efendi’nin huyunu bildiğim için görmek istemedim. Bir şey söylemedim. Nihayet bir hafta kadar  bir zaman geçti. Bir gün bana haber göndermiş ve davet emişti. Gittim. Kitap meydanda duruyordu. Bana hitap ile, İşte Dîvânü Lugati’t-Türk, buyurun inceleyiniz, dedi. Ben de aldım, bakıştırdım. Tanrı yayınlanmasını nasip etsin dedim. Bu söz hoşuna gitti. Bu sözü başkasından duymadım, inşallah yayınlarız, düzeltmelerini de sen yaparsın dedikten sonra bir ahh çekti, rengi bozuldu, şöyle dedi: “Rıfat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli. Kitabın formaları dağılmış, yapraklar karışmış, başı sonu belirsiz olmuş, sayfasının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok, kitap tamam mı değil mi, düzeltmesi olanaklı mı değil mi? Bu nokta beni üzüyor. Acaba tamam mı? Eğer tamam ise, ne mutlu, değil ise vay benim başıma. O zaman bu kitabın karşısına geçip, ölünceye kadar ağlamalıyım. Rıfat sana rica ediyorum, her gün gel, bir iki saat bu kitapla ilgilen. Şu kitap tamam mı değil mi, bunu meydana çıkar.” dedi. Ben de teşekkürle kabul ettim. İki ay kadar her gün bir kaç saat çalıştım. Kitabı üç kere okudum. Formaları, kağıtları oradan kaldırdım, beriye koydum, uymadı, başka yere götürdüm, sözlerin uygunluğuna baktım, konunun devamına baktım. En sonunda çalışa çalışa düzene koydum. Sayfalara numara koydum. Kitabın tamam olduğuna emin oldum. Sevincinden ağladı, sonra “Ben de göreyim” dedi. Bir kere de beraber okuduk. O da emin oldu. Bu iş onun o kadar hoşuna gitti. Evi iki bölüm idi. Bana:” Rıfat, bu hizmetine karşılık, haydi tapu dairesine gidelim sana hemen bir bölümünü bağışlayayım.” dedi. Teşekkür ettim. Evinizde mutlulukla oturun. Ben sizden yalnız bunun yayınına müsaadenizi rica ederim, ödülüm bu olsun dedim. Cevaben, ”İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz”. dedi.

Anladım ki, o da yayınlamaya razıdır. Fakat büyüklerden birinin, veya birkaçının ricasını istiyor. Çünkü merhum büyüklerin iltifatından çok hoşlanırdı. Hatta ona gündüz büyüklerden birisi hürmet etse, gece kıraathaneye gelir, “Bugün falan beyefendiye rast geldim, bana şöyle hürmet etti, eğildi, elimi öptü. Ne kadar alçak gönüllü, ne kadar terbiyeli bir insan” diye onu saatlerce överdi.

Ziya Gökalp Bey de Divan’i Lügat-it-Türk’e kulaktan aşık olmuştu. Adı söylenince Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays gibi ah çekiyordu. Kitabı duyduktan sonra kitabı görmek için yaptığı teşebbüslerin fayda etmediğini görünce bir gün bana geldi. Aramızda şöyle bir konuşma geçti. “Tılsımı bozduk, hazineyi açtık değil mi?” diye gülmeye başladı. “Kitabı görebilir miyim?” dedi. Aman iş çıkartmayalım, kitap çıktıkça okursunuz dedim.

“Bahtiyar Rıfat, sen bu kitabı hem gördün, hem de okudun değil mi?”

“Evet, gördüm de, okudum da.”

“Rıfat, ben sevda nedir bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptıysam olmadı, şu kadarı var ki azmettim. Bu kitabı hem almalı, hem yayınlamalıyız. Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel bana yardım et, şu kitabı kurtaralım, bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi bana çaresini söyle.”

“Evet bir çare düşündüm. Fakat hem kolay hem zor, bilmem ki, yapabilir misin?”

“Aman çabuk söyle. Emin ol ki, Ferhat gibi dağları delecek kudretim var.”

 

Devamı bir sonraki sayımızda..

 

Mehmet Şükrü Hüner

1939 Kilis doğumlu olan Mehmet Şükrü Hüner, yedek subaylığını Sarıkamış’ta yaptı. Ankara Tapu ve Kadastro Genel Müdürlügü’nde Kartograf ve Koordinatograf Şefi olarak çalıştı. 1971 de Kanada’ya geldi. Toronto’da 30 yıl Northway Map Firmasında Fotogrametrist (Haritacı) olarak çalışıp, 2000 de emekli oldu. Evli ve üç oğlu var. Kanada  Türk Derneklerinin Tiyatro ve Müzik etkinliklerinde görevler aldı. Tarihi, felsefi, edebi eserler okumak ve klasik Türk ve Batı Müziği ilgi alanlarındandır.