Buket Uzuner 1

Buket Uzuner İle Romanları Ve Anadolu Üzerine

Gönüllümüz Aslıgül Atabay,  4 Şubat 2018 tarihinde Ankara Kitaplığı’nın düzenlemiş olduğu “İçinden Şarkı Geçen Romanlar” adlı söyleşi  etkinliğinin ardından, Sn. Buket Uzuner ile yeni romanı öncesinde Telve okurları için keyifli bir röportaj gerçekleştirdi. Sn. Buket Uzuner’e ayırmış olduğu değerli zaman için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Aslıgül Atabay: Diğer tüm romanlarınız gibi, Toprak’ı da büyük bir zevkle okudum. Adeta okurken insanın gözünde canlandırabileceği, çok detaylı karakterler yaratmakta üstünüze yok. Bu bakımdan karakter betimlemelerinizi biraz Çehov’a benzetiyorum hem özlü yazdığınız hem de karakterleri yüzeysel olarak değil, hissettikleri ve düşündükleriyle de adeta kanlı canlıymışçasına işlediğiniz için. Peki bize, doğan birçok bebeğe isim anneliği, babalığı yaptıracak kadar çok sevdirdiğiniz roman karakterlerinizi yaratma sürecinizden biraz bahseder misiniz? Özellikle tamamıyla kurgusal olan romanlarınızda karakterlerinizi bu kadar detaylı nasıl yaratıyorsunuz? Çevrenize tanıdığınız, gözlemlediğiniz kişilerden, ya da başka yazarların karakterlerinden bir etkileşim oluyor mu yoksa?

Buket Uzuner: Bence bir yazara sorulabilecek en güzel sorulardan birini sordunuz. Bize kendinizi tanıtır mısınız, ne tür romanlar yazıyorsunuz gibi klişelere girmediğiniz için teşekkür ederim. Çünkü bir romanın omurgası karakterler üzerinde yükselir. Roman karakterleriniz önce yerel, sonra evrensel olarak gerçekçi, yani yaşayan, sahici kişiler olmalıdır ki, siz onların yaşadıklarının kendinizin ya da tanıdığınız birinin de başına gelebileceğine ikna olur, böylece hikâyenin içine girer, orada yaşarsınız. Roman karakterleri yüzyıllara ve sınırlara kafa tutarak hayatımızda kalmayı sürdüren yazarlar, kendi kültürlerini ve insan tabiatını iyi tanıyan kişilerdir. Onlar, Don Kişot’la, Raskalnikov’la Feride’yle, İnce Memed’le. Anna Karanina veya Bihter’le hâlâ aramızda yaşayan yazarlardır.

Öte yandan edebiyat bir söz sanatıdır ve sözcüklerden başka hiçbir enstrümanı yoktur. Yani bir romanın rengi, müziği, çizgileri yoktur. Bu yüzden müzisyenleri ve ressamları kıskandığım olmuştur. Bu nedenlerle gerçekten edebiyata gönül veren yazarlar, söz sanatını sözcükler hatta harflerle sınar ve her defasında sınırlarını aşarak ayakta kaldığını ve hikâyenin tüm sanatların anası olduğunu kanıtlamayı severler. Diyelim lezzetli bir kahve tasvir ediyorsunuz, onu öyle ustaca anlatacaksınız ki, okuyanın burnuna kahve kokusu gelecek. Bu kadar basit ve bu kadar zor. Bir anımı aktararak buna örnek vereyim mi? Yirmili yaşlarda ODTÜ Çevre Mühendisliği bölümünde asistanken, “Kırk yıllık dostum Sulhi” diye bir öykü yazmıştım. (Benim Adım Mayıs-kitabındadır) Benim bu öyküyü yazmaktaki dürtülerimden biri de öyküyü okuyan kişide- kahve sevmiyorsa bile- sonunda karşı konulmaz büyük bir kahve içme ihtiyacı yaratmaktı. Muhteşem kokusunu çıkarttığınızda nerdeyse sadece kahverengi bir sıvı kalan kahvenin albenisini sözcüklerle yeniden kurmak gibi delice bir iddiaydı bu benim için. Sevgilisi tarafından Bodrum’da terk edilmiş bir delikanlıyla, oraya yerleşmiş yaşlı bilge bir fotoğrafçı arasındaki kısacık dostluğun hikayesinde, kahve çok önemli bir köprü, âdeta asıl karakterdi. Terk edilmiş genç, her sabah üzüntülü bir şekilde, yeni tanıştığı yaşlı bilge adamın dağınık bohem fotoğrafçı dükkanına gidiyor, yaşlı adam da ona son derece kirli, eski bir tüplü ocakta, paslı bir cezvede dünyanın en muhteşem Türk Kahvesi’ni yapıyor. Kahve kokusunun sabaha karışması, delikanlının melankolisi, terk edilişin hüznü, yaşlı adamın kimbilir neler görmüş-geçirmişliği, hayata dair yaptığı felsefî yorumlar, aralarındaki sessiz dostluğun neredeyse kahvenin köpüğü ve rengi derken, öykü kahvesiz anlatılmaz bir kıvama dönüşüyor. Bu öyküyü ODTÜ’de okuması için yolladığım arkadaşlarımın bana ertesi gün “Sen ne yaptın ama ya? Öyküyü okurken deli gibi kahve çekti canımız. Dersten çıkıp kahve aradık.” diye ettikleri sitem, benim için hâlâ sevgiyle anımsadığım küçük bir edebiyat zaferidir. Sorunuza geri dönersek, söz sanatına gönül vermiş bir yazar için karakterin önemi büyüktür ve onların ille insan olması gerekmez. Bir hayvan, bir fincan kahve veya bir pencere de karakter olabilir. Önemli olan onu nasıl anlattığınızdır. Bunun için de iyi tanımanız ve o olabilmeniz, empati yapabilmeniz gerekir. Edebiyat, bu yüzden bir empati sanatıdır da.

Aslıgül Atabay: Son romanınız olan Toprak’ta Türkçemizin ve Türk kültürümüzün özlerini ele almışsınız. Bir yandan eski Türklerdeki şaman (Kam) geleneğini gündeme taşırken, bir yandan da Türklerin İslamiyet’i geçişinden önce Anadolu topraklarında yaşamış, bizim de kültürel atalarımızdan saydığımız ve Cumhuriyet döneminde adı pek çok yere, ulusal markaya verilmiş Eti (yani Hitit) medeniyetinde göreceli bir kadın-erkek eşitliği olduğunu, kadınların da toplumda saygın bir yerde görüldüğünü ve bunun gibi pek çok değeri, yani bize kültür özlerimizi hatırlatmışsınız. Bize romanı yazma sürecinizdeki ön çalışmalarınızdan, varsa yaptığınız tarihi araştırmalardan, kısaca bize romanın belkemiğini oluşturan Hititler, eski Türkçe, Kutadgu Bilig’le tanışmanız ve Türklerin kültür kökenleri konularında romanınızı yazmadan önce nasıl bir ön çalışma yürüttüğünüzden ve bu süreçte yeni olarak sizi etkileyen neler öğrendiğinizden bahsedebilir misiniz?

Buket Uzuner: Hititler, bizim sandığımızdan daha önemli ve kendilerinden sonra gelen kültürleri derinden etkilemiş bir uygarlık. Ayrıca kendi çağdaşı büyük Mısır İmparatorluğu’nun yenemediği bir güçlü uygarlık. Hititler’de kadınların yok sayılmadığını günümüze kadar dayanabilmiş tabletlerden okuyoruz. Örneğin, Hititler’den binlerce yıl sonra aynı topraklarda kurulan Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir nüfus sayımında kadınlar insandan sayılmazken, Hitit kralı 3.Hattuşili ile Mısır kralı 2.Ramses arasında yapılan Kadeş Antlaşması’nda, Hitit kraliçesinin Puduhepa’nın da mührü var. Oysa Mısır Kraliçesinin de tıpkı Osmanlı kadın sultanları gibi ne adı ne mührü ne de değeri var! Çatalhöyük’te ve Anadolu topraklarında yapılan diğer kazılarda çıkan tabletlerde boşanmalarda kadının da hakları olduğu yazılı. Anlıyoruz ki, o zamanlarda bile Hititler’de boşanmak bir kadın hakkı yani. Hititlilerle/Etiler çift başlı kartal armaları nedeniyle akraba olduklarını düşünen Almanlardan çok, Selçuklu bayrağındaki çift başlı kartaldan başlayarak, aynı topraklarda kurduğumuz uygarlıkta bize bıraktıkları mirasları nedeniyle asıl bizim Hititlilerle hem genetik hem de kültürel yakınlığımızı bir gün mutlaka kabul etmeyi öğreneceğiz.

Sorunuzun ikinci kısmı olan bir romanının araştırması konusu benim için biraz tez çalışmasına benziyor. Her roman doktora tez çalışması kadar ciddi ve derinlik gerektiriyor. Başkaları ‘oturmuş hayallerini yazmış!’ diyebilir, nasıl isterse düşünebilir. Benim içinse bir romanın önaraştırması ve yazılı aşaması son derece önemli ve çetin bir çalışmadır, demek istiyorum. Akademik geçmişi olanlar bunu bilir. Şunu da itiraf etmeliyim ki, ben araştırma yapmayı ve mekân çalışmayı çok seviyorum. Örneğin “Uzun Beyaz Bulut- Gelibolu” romanımı yazarken New York’ta bir burs olanağı bulmuş, böylece dünyanın en güzel kütüphanelerinden olan Public Library’de İngiliz-Anzak arşivlerini inceleme şansına kavuşmuştum. Aynı romanı yazarken beş yıla yakın bir zaman diliminde sık sık Çanakkale’ye gitmek, Milli Park’ta araştırma yapmak, yerel halkla konuşmak, köylülerle dostluk kurmak gibi, mekânın ruhunu kavramama yardımcı olan araştırmalar yapabilmiştim. Ancak bu süreçte yazarın araştırma masraflarını ve kendi (aile) geçimini sağlayacak hiçbir kurum, vakıf, destek yok. Özellikle anne olan kadın yazarlar için bu süreç Türkiye’de daha zor. Çocuğuna bakıcı aramaktan, yol ve konaklama masraflarına kadar hiç kimsenin umurunda veya gündeminde olmayan bir iş, roman yazmak aslında en çok kadınlar için güçlüklerle dolu bir iştir. Şimdi artık avans alarak roman araştırması yapabiliyorum ama uzun yıllar sıkıntı çektiğimi bir belge bilgi olarak kayda düşmek isterim. Ama dünyadaki en patronsuz işlerden de biridir!

Şimdi yazmakta olduğum ve ilk iki romanı Su ve Toprak’ı yayınlayıp, hâlen Hava’yı çalıştığım “Tabiat Dörtlemesi” için yola çıkarken, Sibirya/Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türklerin Kam (şaman) geleneğini inceleyeceğimi hiç planlamamıştım. Tabiatla insan arasında bozulan, insanın zalim bir efendiye dönüştüğü modern zamanlarda yaptığı tabiat kıyımının kendisine hastalık, âfet ve ölüm olarak dönüşüne dair roman yazmaya karar verdiğimde, bu ilişkinin çok eskilerde nasıl olduğunu araştırmaya başladım. Türklerin, bugünkü Türkiye kültürüne evrilmeden önce, Selçuklular dahil, tabiatla ilişkisi nasıldı diye araştırmaya başladım. Sonunda eski, İslamiyet öncesi kültürümüz Kamlık döneminde Tabiat Ana’ya ve hayvanlara son derece saygılı, israftan, tüketimden hoşlanmayan sade, güzel ata ve ninelerimize kadar ulaştım. İnsanları inanç veya inançsızlıklarına, cinsiyet veya ırklarına göre ayırmayan, bütün canlara değer veren ve bence en önemlisi, insanı tabiatın efendisi değil, bir parçası gibi kabul etmiş, dünyanın en güzel kültürlerinden biri bizim özümüzdür. Şimdi unuttuğumuz ama aidiyetimizin özünde bulunan, bugün üzeri kabuk bağlamış o insancıl, hümanist ve çevre dostu özü hatırlatmak dileği ve umuduyla eski geleneklerimizi 21.yy Türkiyesi’nde ve dünyasında anlatan romanlar yazıyorum. “Tabiat Dörtlemesi” budur.

Aslıgül Atabay: Toprak romanınızın içeriğine, özüne dayanarak, öz Türkçemiz, doğa sevgisi, ülkemizin kültür kökenleri hakkında bir roman yazma fikriniz nasıl şekillendi? Neler sizi bu dörtlemeyi yazmaya itti, yazma sürecinizde nelerden etkilendiniz?

Buket Uzuner: “Tabiat Dörtlemesi”nde asıl yapmak istediğim, günümüz insanının tabiatla ilişkisinin ne kadar kötüleştiğini gözler önüne sermekti. Bu romanların asıl meselesi budur. Biz insanların kendimizi tabiatın efendisi sanmamız, ama aslında onun bir parçası olduğumuzu unutmamız gibi trajik bir gerçeği anlatmak istiyorum. Bunu da bir hikâye içinde anlatmak elbette.

Bugün bizim kültürümüzde tabiatla ilişkimiz çok kötü. Tabiatı kendi kölemiz gibi görüp, onun da canlı olduğunu unutup, kendi yuvamız olan toprağı, havayı, suyu meta gibi satıp parçalıyor, deliyor, yok ediyoruz. Bunun bedellerini sağlığımızla, hayatımızla ödüyoruz. Hemen her kültürün mitolojisi de insanın daha zengin ve güçlü olmak hırsı için tabiata ve hayvanlara, tüm canlılara verdiği zararlar sonunda tabiatın insanOĞLUndan aldığı intikamı anlatır. Hepimiz biliyoruz ki, aslında toprağın üstündekiler bizi beslemeye yeter. Bir zamanlar tabiatın parçası olduğumuzun bilincindeyken, Kam ninelerimiz ve dedelerimiz, baharda tabiat uyandığı sırada toprağın üzerinde parmak uçlarında yürürlermiş. Çünkü toprak ana, hamile bir kadının karnıymış Kızılderililer’in (First Nations) de benzer uygulamaları var. Aklın yolu birdir, tabiata olan saygı aslında bütün kültürlerde benzer şekilde kendini gösteriyor. Bizim tabiata olan saygımız, gösterdiğimiz önem azaldığı ve onun yerini para, iktidar hırsı gibi hırslar aldığı için bizim onunla lişkimiz bozuldu. Açıkçası insan, Tabiat Ana’sına ihanet etti! Elbette bu yanlışın bir geri dönüşü ve bu sorunun bir çözümü var; insanlık olarak daha az tüketmeliyiz ve ihtiyacımız olmayan şeyleri almamalıyız. Temiz enerji kaynakları kullanmalıyız. Daha az et yemeliyiz ve bu konulardaki araştırmaları incelemeliyiz ve doğa, tabiat ve çevre bilincimizi artırmalıyız. Aklımızı kullanmalıyız.

Aslıgül Atabay: Benim Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügati’t Türk’ü ile tanışmam, lise yıllarında almış olduğum edebiyat dersleri aracılığıyla olmuştu. Peki siz Kutadgu Bilig’le, Divan’ı Lügati’t Türk ile ilk ne zaman tanıştınız? Daha sonrasında bu kitaplar üzerine daha detaylı okumalar yaptınız mı?

Buket Uzuner: Ben de Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitim almış olan çocuklar gibi, müfredatta olduğu için, ilk olarak okul yıllarımda Kutadgu Bilig’i duydum. Hatta okul yıllarında bu sözcüğü duyan çocuklar ilk duyduklarında aralarında gülüşürler, çünkü bizim şu anda kullandığımız Türkiye Türkçesine göre sesi komik bir kelimedir “Kutadgu Bilig”. Bırakın Kutadgu Bilig’i, biz Evliya Çelebi’nin dünya çapındaki büyük Seyahatnamesi’ni bile ciddiye almaz, okumaz, gezmeden yazmış diye dalga bile geçeriz maalesef. Biz Evliya Çelebi’ye hak ettiği değeri vermezken, Marco Polo’nun seyahatnamesi Batı’da, el üstünde tutulur, üstelik de Polo hiç Çin’e gitmediği halde Çin’i anlatmışken. Maalesef Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi gibi, Kutadgu Bilig de bizde hak ettiği değeri görememiş, anlaşılmamış bir eserdir. Kutadgu Bilig, çoğunlukla “Kutlu Bilgi kitabı” olarak Türkiye Türkçesine çevrilir. Ama Kutadgu’daki KUT’un “saadet, mutluluk” kadar “devlet” anlamına da geldiğini artık anımsamayız bile. Oysa ‘İstanbul Kapısı’ anlamında olan Dar-ül Saadet, “Mutluluk kapısı” anlamına geldiği kadar, “Devlet kapısı” anlamına da gelir. “Kutadgu Bilig” de bu sebeple hem devlet bilgisi hem saadet bilgisi anlamına geliyor. Şimdi bu bilgiyle kitabı, devleti, geçmişi ve şimdiki zamanı yeniden algılamaya başlayalım, bakın neleri görmeye başaracağız.

Benim Kutadgu Bilig’e olan ilgim de bu dörtlemeyi yazmaya başladığımda çok kısıtlıydı. Ben daha ziyade modern bir destan/ epik efsane yazmaya çalışıyordum. Bizim destanlarımızı modern romanlarla günümüze taşımak üzere kendime bir yol çizmeye çalışıyordum. Efsanelerde kahramanlar gerçeği aramak için uzun ve çileli bir yolculuğa çıkar ve bu yolculukta kaybolurlar. Bu yolculuk çok çetindir; orada denizlerden uçar, devlerle boğuşur, arada da kaybolur ve şekil değiştirir. Ben de bu izleği takip ederek kendi modern epiğimi yaratmaya çalışıyordum. Bu izlek Ulysses’te, Dede Korkut’ta, Deli Dumrul’da da var. Biliyorsunuz hepsi erkek, kadınlar hep arkada kalıyor ve bekliyor. Benim kahramanımsa bir kadın, adı Defne Kaman. Defne Kaman’ın yolculuğunda kendisine yardım eden bilgeyse eczacı ve şifacı anneannesi: Umay Ninesi. Kahramanımız Defne, dörtlemenin her romanında çok dara düştüğünde kayboluyor. Bu sırada hangi elementin romanı söz konusuysa (Su, Toprak, Hava, Ateş) kahramanımız onunla uyumlu ve Anadolu’da kutsallığı olan bir hayvan sembolüne dönüşüyor. Metamorfoz geçiriyor, bunun eski Türkçesi: “don değiştirmek”tir. Don, eski Türkçede kalıp, beden, vücut demektir. Bütün bunlar olurken, kitapta okuru da romanın içine alıp, bir dedektif gibi ipuçlarıyla araştırmaya götüren şifrelerin destansı anlatıya katkıda bulunacağını düşündüm ve referans olarak da bizim kültürümüze özgü özgün bir eser seçmeye karar verdim. Bu da Kutadgu Bilig oldu. Kaşgar Türkçesiyle şair Yusuf Has Hacib’in yazdığı bu kitabı günümüz Türkiye Türkçesine çevirirken bölümleri sınıflandırmak için beyitler numaralandırılmış. Mozart’ın eserlerindeki opus numaraları gibi sonradan yapılmış çalışma kolaylığı amaçlı bir işlem. İşte şifreler kitabı olarak, ben bu numaraları ve onlara denk düşen beyitlerde saklı anlamları kullandım. 6645 beyitlik kitabı elime alıp okumaya başladığım ve okudukça sevdim. Birçok bilgin gibi, Yusuf Has Hacib de ilk bakışta sade ve naif görünen, ancak yakın okumayla inceleyince yoğun ve derin şeyler yazmış. Eserin erkek-egemen bir dil taşıdığının altını çizerek ve farkındalığı koruyarak bin yıldır göz ardı ettiğimiz bu eseri yeniden gençlerle buluşturmaya karar verdim. Bunu ne kadar başarabilirim, başaracak mıyım, zaman karar verecek. Şimdilik Su ve Toprak romanları için Tükiye’de imza günü yaptığım her yerde mutlaka Kutadgu Bilig’i de raflara koyuyorlar ve satılmaya başlıyor. Benim bundan hiçbir maddi menfaatim yok, ama eserin yeniden gündeme gelmesine seviniyorum. Sevinç, dünyanın en pahalı ve en güzel değeridir.

Aslıgül Atabay: Toronto’da düzenlediğiniz geçtiğimiz etkinlikte de var mıydı Kutadgu Bilig? Ben raflarda görememiştim de.

Buket Uzuner: Hayır, ben Türkiye’de düzenlemiş olduğum etkinliklerden bahsediyorum. Buraya çok sınırlı sayıda kitap gelebildi.

Aslıgül Atabay: Siz aynı zamanda bir gezi yazarısınız. Seyahat neyi ifade ediyor sizin için? Kadın gezginlerimiz neden az bizim?

Buket Uzuner: Ben seyahat etmeyi çok seviyorum. Seyahat, yazmak kadar beni besleyen, iyileştiren bir eylem. Nasıl öncelikle kendi okumak istediğim kitapları yazarak, kendi yaralarımı sarmaya çalışıyorsam, seyahat ederken de coğrafyaya sıkıştırılan kader’lerimizin (!) sınırlarını yıkmakla ilgili bir ferahlık olduğunu düşünüyorum.

Seyahat sanıldığı gibi parayla yapılan bir etkinlik veya eylem değil. Gezginlik bir hayat anlayışı ve biçimi. Sırtçantalılar’dan sonra Ankaralı Gezginler grubundan bir arkadaşımız, bir sigara tiryakisinin bir yılda sigaraya verdiği parayla ne kadar çok şehre/ülkeye seyahat edilebileceğini hesaplamış, salondaki izleyiciler bu sayıları duyunca şok geçirmişti. Gezgin derken, seyahatlerde lüks otel ve pahalı alışveriş düşkünü turistleri değil, kendi ülkesi içinde veya dışında gezerken gittiği şehrin özgün kültürünü, müzesini, düğününü, yasını, sevincini, yemeğini tanımaya meraklı seyyahları kastediyorum. Ancak her yazarın seyahat etmesi, gezgin ruhlu olması gerekmiyor. Marcel Proust odasından çıkmadan dünya edebiyatının en önemli eserlerinden bazılarına imza atmıştır.

Aslıgül Atabay: Kanada’da 4 Şubat’ta düzenlemiş olduğunuz etkinliğin adı “İçinden Şarkı Geçen Romanlar” idi. Çok da güzel, keyifli bir etkinlikti. Hem müzikli olması, hem de sizin kendi ağzınızdan romanlarınızdan bölümler okumanız sayesinde tadına doyulamayacak bir etkinlik oldu. Türkiye’de de bu etkinliğin benzerlerini farklı bir orkestra kadrosuyla, Mehtap Meral ile yaptığınızı duyduk. İleride bu ya da benzer bir etkinliği Kanada’da tekrar yapmayı planlıyor musunuz, başka hangi ülkelerde bu etkinliği tekrarlamayı düşünüyorsunuz? Bir de etkinliğinizin hedef kitlesi olarak yalnızca Türk okurlarınızı mı, yoksa romanlarınızın dillerine çevrildiği tüm dünya vatandaşlarını mı görüyorsunuz?

Buket Uzuner: İçinden Şarkı Geçen Romanlar, Türkiye’de Mehtap Meral ile birkaç farklı şehirde yaptığımız bir edebiyat ve müzik karşılaşması, sözcüklerle notaların buluştuğu bir gösteri. Beğenmenize çok sevindim. Bana bu gösteride destek veren Torontolu müzisyen arkadaşlar Belcem, Sidar, Eren ve Bülent’e tekrar teşekkür etmek isterim. Çok kısa sürede ve sadece iki provayla sahneye çıktılar. Keşke kültürümüzü daha geniş kitlelerle paylaşabilsek. Sanat ve bilim tüm insanlığa aittir, acı ve sevinç, umut ve keder milliyete veya cinsiyete göre değişmez. Çok sevdiğim örnektir, Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki küçük öksüz kız Cosette, hangi ülkede okunuyorsa sanki orada yaşamış gibi hissedildiği için evrenseldir, muhteşemdir ve klasiktir. Başka bir örnek de Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale”sinin geçtiği evi görmek için Norveç’ten İstanbul’a gelen insanlardır. Masumiyet Müzesi’ni görebilmek için yollara düşen Finli okurlar da biliyorum. Romanya’daki çevirmenimse “Kumral Ada Mavi Tuna”yı çevirdikten sonra romanın mekânı Kuzguncuk’u görmek için İstanbul’a geldi. O yüzden ben elbette kitaplarım, dolayısıyla kültürümüz farklı kültürlerde de okunsun çok dillere çevrilsin, konuşulsun, ilham versin isterim. Bu nedenle  Türkçe yazan edebiyatçılarımızın yurtdışındaki etkinlikleri için çift dilli sunumları öneriyorum. Örneğin Almanya’da katıldığım iki farklı edebiyat turnesinde, etkinlik için gittiğimiz her şehirde ben kendi kitaplarımı salondaki Almanyalı Türklere Türkçe okurken, bir Alman sanatçı veya çevirmen de aynı eseri Almanca okuyordu. Böylece aynı şehirde yaşayan Almanca ve Türkçe konuşan insanlar bizim edebiyatımızı birlikte tanıyorlar, bu da kültürlerin sanat yoluyla tanışmasına yol açıyor elbette. Aynı şeyi, beni iki kez Toronto’ya davet etmek nezaketi gösteren Ankara Kitaplığı’na da önermek istiyorum. Bu vesileyle de özellikle çok sevgili Sevim Önen’e ve kitaplığın yaşamasına destek veren Özen Vekiloğlu ve diğer özverili insanlara teşekkür etmek isterim. Umarım Ankara Kitaplığı hep var olur, çok yaşar.

Aslıgül Atabay: Röportaj için bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Buket Uzuner: Ben de Telve’nin benimle röportajına teşekkür ederim.

Aslıgül Atabay
1989 yılında, İstanbul’da doğdu.  Cağaloğlu Anadolu Lisesi ve Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.  2014 yılında yasal stajını tamamlayarak İstanbul Barosu’na kaydoldu.  Ardından eğitimine Kanada’da devam ederek York Univeristy Osgoode Hall Law School’da 2014 – 2015 yılları arasında International Business Law hukuk yüksek lisansı (master), 2016 – 2017 yılları arasında da Canadian Common Law hukuk yüksek lisansı (master) yaptı.  2017 yılında Kanada’daki fark derslerini tamamlayarak Kanada Hukuk Federasyonu Ulusal Akreditasyon Komitesi (Federation of Law Societies of Canada National Committee on Accreditation) tarafından verilen ve Kanada’da hukuk fakültesi diploması denklik belgesi olan Certificate of Qualification aldı.  Akademik çalışmalarına halen Kanada’da devam etmekte olup, Kanada’da kurulmuş çeşitli Türk organizasyonlarının faaliyetlerine gönüllü olarak destek vermektedir.  Ayrıca İstanbul Barosu’na kayıtlı avukattır ve İngilizce ve Almanca dillerini akıcı olarak konuşabilmektedir.