taro3

Sezin’in Seyir Defterinden: Bildiğimiz Taro, Bilmediğimiz Gölevez?

Geçenlerde Çin marketine uğradığımda, 4 sene önceki uzak doğu seyahatimde, Pekin’de, içtiğim çorbayı hatırladım. Ama çorbanın hammaddesine geçmeden önce o çorbayı neden unutamadığımdan bahsetmeliyim..

Güneşli ama soğuk bir Ekim günü, bir bütün gün, Çin Seddi’ni resmen fethetmiştik.. Yüzlerce resim çektik, cep konyaklarımızla ısındık, güneşi batırdık ve nihayet dönüş yoluna koyulduk.. Gün içindeki o insan ve gürültü kalabalığından sonra sonsuzluğa uzarmışçasına dizilmiş merdivenlerin üzerinde sakin ve yalnızdık.. Seddin girişine indiğimizde otopark bomboştu. O an şehre dönen bütün otobüs seferlerini kaçırmış olduğumuzu anladık.. Etrafta herhangi bir yaşam belirtisi yokken, sabahleyin otobüsle geldiğimiz o yılankavi orman yollarını nasıl bitireceğimizi düşünüyorduk. Sırt çantalarımızla yürürken karanlığa, açlığımıza ve daha da soğuyan havaya tamamen hazırlıksızdık.. Sonra ağaçların arasında, baygın floresan ışığı göz kırpan ufak bir ofis gördük, içerideki adam bizim ona yaklaştığımızı görünce önce bir irkildi. O saatte orada olmamalıydık.. Telefonlarımız çekmiyordu, internetimiz yoktu; Google Translate olmadan, Hong Kong asıllı Kanadalı arkadaşımızın cat-pat Çincesi ile derdimizi bir şekilde anlattık. Adam bizi bir yere götürdü ve yanımızdan ayrıldı.. Birkaç dakika sonra ormanın derinliklerinden siyah 2000 model bir Citroen Dong-Feng (Pekin’in en yaygın arabalarından) geldi, önümüzde durdu, bizi almaya geldiğini düşündük yine de tereddütle bindik, ama yol boyunca bir tek kelime edilmedi.. Yaklaşık 1 saatlik gergin yolculuğun ardından, terk edilmiş gibi görünen bir tren istasyonunda bizi indirdi.. Uzun bir bekleyişten sonra trenimize bindik ve 2.5 saat sonra Pekin’e vardık..

Gece saat 1’e geliyordu, biz üşümüş ve aç biilaç o hızla otelin yakınlarında bir restorana daldık.. Baygın floresanlar burada da göz kırpıyordu.. İçeriyi 4 kişilik bir aile işletiyordu.. Anne kasa başında, küçücük kızlar servis yapıyor ve babaları mutfakta kocaman bir kazanın başındaydı.. Mutfağı kapattık dediler, ama halimizi görünce baba geri döndü ve kazanın altını açtı, ateşin harlı yanışı masamızdan duyuldu. Siparişler o kadar hızlı geldi ki masayı resmen donattılar.. Çorbayla başladık tabii.. İşte o gece, o masaya gelen çorba o kadar doyurucu, tadı o kadar yumuşak ve lezzetliydi ki, adı bir muamma, kendisi fotoğrafta, sadece tarodan yapıldığını biliyorum..

 

Taronun Türkçe’si Gölevez’miş, Kolakas diye de bilinirmiş. Hindistan kökenli ve Güney Asya’da da çokça yetiştiği gibi Kıbrıs, Antalya ve Mersin’de de üretimine sıkça rastlanıyor. Dışarıdan bakıldığında turp gibi görünen, içi beyaz ama mor benekli, çiğ iken kesildiğinde patatesten daha çok nişasta bırakan, pişirildiğinde ise kestane ve tatlı-patates tatlarında, tropikal iklim seven bir yerelması türü.. Yaprakları vitamin ve mineraller açısından olduğu gibi, Tiamın, riboflavin, demir, fosfor, çinko, vitamin B6, vitamin C, niasin, potasyum, bakır ve mangan açısından zengindir. Yumruları yüksek oranda nişasta ve lif içerir. Yumrularda veya yapraklarda oksalik asit bulunabilir. Bu yüzden bitki kesinlikle pişirmeden yenilmemelidir, oksalat iyonu sindirim sisteminde yüksek oranda tahrişe neden olabilir.

Çorbayı tekrar keşfettiğimde sizinle paylaşırım ama ben Taro Kroketi ve Taro-Coco tatlısını denedim. Kızartma yerine fırında izgarayı tercih ettim.. Yalniz şimdiden belirteyim, pişirirken güzel kokmadığı bir gerçek, meraklısına duyurulur!