Veysel gençliğinde askere gidemediğine çok yanmış. Herkes harbe gittiğinde, gençliğinde, bir o kalmış sazıyla. Hem arkadaşları cephede, hem sefalet, bu dönemi oldukça münzevi geçirmiş. Ağaç altlarında yatmış, kalkmış. Ne olduysa sanırım o esnada olmuş. İlham onu hep sazıyla, hep yalnız, hep dertleşme halinde bu ağaç altlarında keşfetmiş. Bu münzevi hayatın yansıması da eserlerinde insanın içine işleyen şey olmuş. Veysel de toprakla kurduğu bu ilişkinin hayatının sonuna kadar kadrini bilmiş.
İlk karısı kendisini terk ettiğinde ardından “Anılmazdı Veysel adı, o sana aşık olmasa” diyebilmiş. Bir rivayet de, karısının kendisini terk edeceğini hissettiği gece, karısının ayakkabısının içine para bırakmış. Karısının onun hakkında ne düşündüğünden ziyade, kendi aşkıyla alakadarmış Aşık Veysel, karşılık beklemeden sevmiş sahiden de. Tasavvufta bahsi geçen Aşk’ı kimseler ona öğretmeden biliyormuş. Hoşgörülü, olgun ve saygılı. Aşk’la, aşk acısıyla olma ve olgunlaşma, insanın kamil olma halinin en güzel örneği anlayana.
Yaratıcılığın yanı sıra mevcut tevazu hali de gerçek sanatçıları diğerlerinden ayırıyor. “Yaratmak” fiilinin içermesi gerektiği düşünülen kuvvetli ego, fark ediyoruz ki aslında çoğunluğa derinden dokunan sanatçı kişiliklerde tamamen kontrollü bir halde barınıyor, havalarda savrularak sağa sola zarar vermiyor.
Aşıklar bayramına çağırılan aşıklara bir sertifikayla birlikte 10’ar lira verildiğinde, diğer aşıkların beğenmediği harcırahı Veysel’in almak istememesi, “Bizi buraya çağırıp dinlemeniz bizim için en büyük ödül budur” demesi üzerine şair Ahmet Kutsi Tecer’in dikkatini çekmiş ve bu tevazusu ona sonradan çok destek olacak bir dostluğun başlangıcı olmuş. Şiirlerini de ondan sonra yazmaya başlamış. Ahmet Kutsi Tecer Köy Enstitülerinde saz dersi vermeye başlamasına, Türkiye’yi bu sayede dolaşmasına sebep olmuş. Küçük dünyasının farkındaymış, ama ilhamını nereden aldığını ne zaman fark etti, ya da fark etti mi, bilmek isterdim.