Beyaz Zambaklar Ülkesinde
1800’lerin sonunda Rus toplumu değişim isteğini yüksek sesle duyurmaya başlamıştı. Rus aristokrasisinin sosyal ihtiyaçlara duyasızlığı, halkı sömüren feodal yapı ve bu bozuk düzeni destekleyen kilise yönetimi toplumun tepkisini çekiyordu. Papazların içinde bile bu yozlaşmaya karşı çıkanlar oluyordu. Grigory Petrov bunlardan biriydi. Yazdığı kitaplar ve verdiği konferanslarla kısa zamanda Rusya’da tanındı. İnsanların içine düştüğü ümitsizlik girdabına dikkat çekiyor, bireylerin sorunlara sahip çıkmasını öneriyor ve çözümü alkolde aramalarını tenkit ediyordu. Politikaya karışan ve değişime kapalı Ortodoks kilisesini de tenkit etmeye başlayınca 1908’de görevine son verildi. Kırım ve Finlandiya’da sürgün hayatı yaşamaya başladı. Hükümet ve kilise karşıtı görüşleri dolayısıyla sürekli polis gözetimindeydi. Buna rağmen konferanslarına devam etti. Genellikle konuşmalarının sonunda gençlere şöyle haykırıyordu: “Toprak ağalığı döneminden miras kalan kölelik ve esaret bizi ezmektedir, boğuluyoruz, Ruh ve heyecanını kaybetmiş bir topluluk olarak, parmağımızı bile kaldırmadan ve risk almadan bir şeyler elde etmeye çalışıyoruz. Siz nasılsanız Rusya’da öyle olacaktır. Toplumun kalkınması için önce siz kendinizi geliştirmelisiniz.”
Silah zoruyla değişikliğe karşı olduğu için 1917 Bolşevik devrimine karşı çıktı ve 1920’de ülkeden ayrıldı. İstanbul üzerinden Gelibolu’daki mülteci kampına, oradan da İtalya’ya geçti. Rusya’dan ayrıldığını öğrenen Yugoslavlar onu ülkelerine davet ettiler ve tekrar konferanslar vermeye başladı. Rusya’dakine benzer şekilde kısa zamanda Balkanlarda da ismi bilinir oldu. Bosna’daki Müslüman kadınlara bile kadın hakları konusunda konferanslar verdi. Bu süreçte sürgünde yaşayan Rus monarşistlerinden hep uzak durdu. Onları ülkenin sorunlarına duyarsız, hep başkalarını suçlayan sorumsuz zorbalar olarak nitelendirdi. 1925’de ölünceye kadar verdiği yaklaşık 1,500 konferansın ve 50 kitabının ana teması hep aynıydı: Ülkedeki yaşam koşullarının iyileştirilmesinin halkın elinde olduğunu ve bunun için her vatandaşın sorumluluk alması gerektiğini söyledi. Diğer ülkelerden örnekler vererek bunun mümkün olduğunu açıklıyor, halkı umutlandırıyordu. “Hayatın Mimarları” isimli son büyük eserini 1923’de Sırpça yayınlandı. Bulgarca tercümesi “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” ismiyle basılırken 1925 yılında vefat etti. Kitap 1928’de Türkçe’ye tercüme edildi. Kitabın bizim için önemini yazının sonuna bırakarak içeriğini özetleyeyim.
Ruslar İsveçle yaptıkları 1809 savaşını kazandıktan sonra İsveç ile aralarında bir tampon bölge yaratmak için Finlandiyanın yarı-özerk bir prenslik olarak yaşamasına müsade ettiler. İsveç zamanından kalma anayasalarını, vatandaşlık haklarını ve gümrük sistemini koruyarak Rusya içinde ayrı bir devlet gibi gelişmeye başladı.
Finlandiya aydınları ulusal bilincin gelişebilmesi ve halkın birliği için en önemli unsurun ortak dil olduğuna inanıyorlardı. O güne karar sadece toplumun alt tabakası tarafından konuşulan Fince halk destanlarını, şiirlerini ve hikayelerini toplayıp yayınlamaya başladılar. Bu konudaki eserlerin sayısı arttıkça, İsveççe veya Rusça yazıp konuşmayı tercih eden toplumun üst tabakası da bunu kabullenmeye başladı. Hatta ülke nüfusunun %5’lik nüfusunu teşkil eden İsveçliler dahi “Fin” kimliği altında birleşmenin ülke için daha uygun olacağını kabul edip bu yönde çalışmaya başladılar. Halkın aydınlanmasına katkıda bulunmak isteyen günüllülerin sayısı hızla artıyordu.