kitabi lugatit turk

Bir Kitabın Hikayesi: Dîvânü Lugati’t-Türk

2. Bölüm

 

“Talat Paşa ile görüşüyor musun? Ona sözün geçer mi?”

“Merkez azası (İttihat ve Terakki Partisi) olduğum için hay hay. Ne demek istiyorsun?”

“Ali Emiri Efendi Talat Paşayı çok sever. Bana öyle geliyor ki bu kitap için Talat Paşa, Emiri Efendi’ye rica edecek olusa derhal verir. Fakat, Talat Paşa ona rica eder mi bilmem?”

“Talat Paşa gönülsüzdür. Hem de faziletli insanları sever. Haydi haydi rica eder. Şu kadarı var ki bu ricanın şekli tuhaftır. Talat Paşa Emiri’nin ayağına gitse olmaz. Onu merkeze çağırsa olmaz. Şimdi bunun çaresi nedir? Rica ederim şunun da bir çaresini bul.”

“Ben bu işi daha evvel düşünmüş, çaresini bulmuştum.”

“Nasıl, anlat bakalım.”

“Emiri Efendi, Adliye Bakanı İbrahim Beyefendi’yi çok sever. Emiri Efendi geceleri sık sık İbrahim Bey’in Koska’daki evine gider, sonra gelir, bize nasıl görüştüğünü anlatır. Bulduğum çare şudur: Şimdi Ramazan ayıdır. İbrahim Bey’e söyleyin, bir gece Emiri Bey’i iftara davet etsin. Talat Paşa’ya da rica ediniz. O gece yemekten bir saat sonra büyüklerden birkaç arkadaşı ile İbrahim Bey’i görmeye gitsin. Orada İbrahim Bey evvela misafirleri Emiri Bey’e tanıştırsın. Onlar da , başta Talat Paşa olmak üzere, Ey büyük üstad, Vay büyük edebiyat ustası, vay büyük tarihçi, ismi şanı dünyayı tutan Ali Emiri Efendi siz misıniz? Bizim için ne büyük bir şeref, sizinle tanışma mutluluğuna eriştim diyerek Emiri Efendi’nin elini öpsün. Üstadımız müsaade ederlerse ilminden yararlanalım desin ve hafif bir şeyler sorsun ve aldıkları cevaptan memnun olarak teşekkür etsin. Bu fasıl bittikten sonra, muhterem üstadımız, işittik zatialinizde “Dîvânü Lugati’t-Türk” diye kıymetli, değerli bir kitap varmış. Lütfen bizi o kitap hakkında aydınlatır mısınız, desinler. Bu fasıl da bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalksın. Biraz daha övgüler ettikten sonra, İzin veriniz de şu kitabı yayınlasak, Türk’lük alemine hediye etsek, olmaz mı? desin. Şüphesiz verecektir.”

Ziya Paşa bu sözleri dinledikten sonra kalktı. Sevincinden yerinde oturamaz oldu. “Aman ne güzel, ne kolay bir çare. Eminim, imanım gibi bilirim, kitabı aldık. Bekle, üç gün sonra bu uygulamanın neticesini Emiri Efendi’den duyarsınız.” dedi.

Gerçekten üç gün geçti, dördüncü günün gecesinde Emiri Efendi adeti gereyi Diyarbakır Kıraathanesine geldi. Fakat ne geliş, ne kahramanlara, ne cihangirlere, ne padişahlara ne imparatorlara nasip olmayan bir azamet, bir büyüklenme ile yürüyor. Sevincinden ayakları yere basmıyor. Göklere yükseliyor, meleklere “durun siz, uçmak bana yaraşır” diyordu.

Ben, Efendi’nin kapıdan girişinden, yürüşünden, etrafa bakışından işin ne olduğunu çaktım, fakat sezdirmedim, her gecekinden ayrı bir hal göstermedim.

Efendi geldi, her zaman olduğu gibi karşıladık. Geçti, oturdu. Fakat neşesine diyecek yoktu. İlk sözü şöyle oldu. “Bu gece çaylar benden. Kabil olsa bu gece buraya gelenlerin hepsine çay ikram ederim. Bu gece benim ziyafet gecemdir. Bu gece Emiri’nin ne Emiri olduğunu anlatma gecesidir…” gibi parlak sözler söyledi. Bizde hep bir ağızdan, hayırdır İnşallah, herhalde büyük bir memuriyete tayin olmuşsunuzdur. dedik. “Benim başarımın yanında memuriyet kaç para eder. Hayatın en büyük zevki; meziyetin takdir edilmesidir. İşte ben o takdire mazhar oldum. Hem de öyle bir takdir ediliş ki, ondan daha büyük bir şey olamaz.” dedi. Lütfen anlatır mısınız? diye sorduk. “ Şu Adliye Bakanı İbrahim Beyefendi çok büyük bir insandır, çok büyük bir aileye aittir, geçmişinde kaç tane bilgin insan var, kendisi de iyi bir eğitim görmüş. Beni de çok sever, gördüğü yerde elimi öper, beni sık sık davet eder. İşte dün gece beni iftara davet etmişti. Gitmesem olmaz. Kalktım, Koska’daki konağına gittim. Beni nezaketle karşıladı. Top atıldı, iftar ettik. Sofrada benden başka kimse yoktu, iftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken hizmetkarı geldi, “Efendim Talat Paşa’lar geldiler” dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Gelenler Talat Paşa ile beş altı arkadaşlarıydı. Misafirler içeriye girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanışmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek methiyelerde bulundu. Bu misafirler (Emiri) adını duyunca, başta Talat Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar, ilk önce Talat Paşa bana doğru yürüdü, geldi “Hay büyük ustadım , mübarek elinizi öpmek isterim, müsaade ediniz” dedi, elimi tekrar tekrar öptüler, elimi bırakıp eteyimi öptüler, sonra ötekiler de öyle yaptılar. Nihayet oturdular, benden izin alarak tarihe , edebiyata dair bir şeyler sordular. Ben de anlattım. Teşekkürlerin bini bin paraya.

Bu istifsar (soru- cevap) faslı bittikten sonra, Talat Paşa ayağa kalktı, “Divan’i Lugat-İt-Türk” hakkında bazı açıklamalar da bulunmamı rica etti. Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben açıklamalar da bulundukça onlar bayılıyorlardı. Sonra böyle bir kitaba sahip olduğum için beni kutladılar. Talat Paşa tekrar ayağa kalktı. Büyük, saygıdeğer ustadım. Yanınız da söz söylemekten utanırım, kitapların da insanlar gibi bir ömrü var, bir kitap binlece sene yaşamaz, çürür. Medeniyet bunun için bir çare bulmuş. O da baskı ile çoğaltmak , baskı ile bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. İzin verin bu kitabı bastıralım. Baş tarafına da büyük isminizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın, dünya size minnettar olsun dedi. Ben de olgunluk gösterip kabul ettim. Fakat iki koşulum var: Birincisi ben bu kitabı ancak Kilis’li Muallim Rifat Efendi’ye veririm. Düzeltmesini o yapsın. O, kitabın kıymetini bilir, başkasına veremem. İkinci şartım: Rifat’a da tembih edeceğim. Kitap ancak kendisinde kalmalı ve kimseye verilmemeli. Bunun üzerine Talat Paşa “Çok güzel” dedi. Şartlara razı olduğunu söyleyip teşekkür ettikten sonra, bana dönüp, “Büyük üstadım bu gün ne vazifede bulunuyor sunuz?” diye sordu. Valilik maliyesinden emekliyim dedim. “Hayır, sizin gibi değerli bir insanın emekli olmasına gönlüm razı olmaz, sağlıklısınız, daha senelerce çalışabilirsıniz. Ustadım maliye mi, valilik mi, bakanlık mı, ne isterseniz? Söyleyin şimdi burada emirlerinizi bekliyorum.” Ben burada milletime edecek hizmeti yaptım. Hayatımın gelen zamanını okumak ve araştırma yapmak için kendi isteyimle emekli oldum. İlginize teşekkür ederim . Bu sözlerimi alkışladılar. Biraz daha sohbetten sonra onlar gittiler, ben de İbrahim Bey Efendi’ye hoşça kal diyerek ayrıldım.

Sonra Ali Emiri Efendi bana dönerek “Yarin gel, kitabı al. Fakat koşullarımı unutma.” dedi. Ben de o gecenin sabahı gidip kitabı aldım. Sonra Ziya Gökalp Bey’e haber gönderdim. Geldi görüştük. “Tılsımı bozuldu değil mi? Hazineyi açtık değil mi?” diye gülmeye başladı. “Kitabı görebilir miyim?” dedi. Aman iş çıkarmayalım, kitap çıktıkça lütfen okursunuz,” dedim. Razı oldu.

Ben hemen o gün bir forma kopya ederek, Eğitim Bakanlığı’na koştum, yazılan formayı gösterdim. O gün, o saat basımevine emir verildi, kitap için dört mürettip (basımevi de yazı dizisi yapan) ayrıldı, işe başlandı. Kitap bana teslim edildikten üç gün sonra Talat Paşa güvendiği bir kişiye, altın para olarak üç yüz lira vermiş. Bir de Emiri Efendi’ye hitaben: “Büyük kişiliğinize küçük bir ödül olarak üç yüz lira gönderiyorum, lütfen kabul etmenizi rica ederim” diye kendi eliyle bir de mektup yazmış. Al bunu götür, Emiri Efendi’ye ver demiş. Fakat Emiri Efendi parayı kabul etmemiş, kendisi de bir mektup yazmış. “Cömertliğinize teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatana, millete ufacık bir hizmete karşılık para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Size teşekkürle birlikte parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan bir kaç namuslu aileye dağıtınız. Bu yardımın adı da (Divan’ı- Lugat-it-Türk) olsun.” demiş. Emiri Efendi bize bu işi anlattıktan sonra, “Nasıl işimi beğendiniz mi?” diye sordu. Biz de: “Bu işi bizim beğendiğimiz gibi, Tanrı da beğendi” diye kendisine ayrıca teşekkür ettik.

Kitap basılmaya başladı. Ben her gün bir parça yazıyorum. Yalnız bana bir korku geldi. Korku şu idi: Bu kitap dünyada bir tane, ikinci bir nüshası yok. Fotoğrafını aldırmak kabil değil. Çünkü bir çok sayfası yıpranmış, fotoğrafı çıkmayacak hale gelmiş. Ben bu kitabı evimde nasıl korurum? Allah göstermesin. Ben evde olmadığım bir zaman yangın olsa ne olur? Bir hırsız gelir, eşyaları aşırırken bunu da alır götürürse? Devlete ne demeli? İyisi mi ben bunu evimden daha güvenli bir yere koymalıyım dedim. İlk olarak genel kütüphaneye götürdüm. Müdür İsmail Efendi’ye anlattım. Bu sizde kalsın, ben gelir burada çalışırım dedim. Merhum korktu. “Aman kardeşim, beni böyle tehlikeli işe sokma. Bizim kütüphaneye günde bir kaç yüz okuyucu geliyor. İçlerinden biri şeytana uyar da kitabı aşırırsa ben ne yaparım? Onun için beni affedin. Ben bu kitabı alamam.” dedi. Bunun üzerine Vefa Okulu’na götürdüm. Okulun demir kasası vardı. O kasada saklamak istedim. Müdür Akif Bey’e anlattım. O da “Aman, aman” dedi. Oradan çıktım, Eğitim Bakanlığına gittim. Maliyeci Sıtkı Bey’in demir kasası vardı. Oraya bırakmak istedim. O da kabul etmedi. Artık gidecek bir kapı kalmadı. Düşündüm, düşündüm, şöyle bir çare buldum: Sağlam bir çanta aldım, kitabı çantaya koydum, çocuklarımın her zaman oynadıkları bir odanın duvarına kocaman bir çivi çaktım. Gözünüz her zaman bu kitap üzerinde olsun. Eğer komşuya veya bir yere gitmek gerekirse biriniz evde kalın ve bu kitabı bekleyin. Geceleri başımın altına koyarak yatardım. İşte böyle iğne üstünde otururcasına bir buçuk sene bu kitabı korudum. Çok şükür sahibine aldığım gibi teslim ettim.

Dîvânü Lugati’t-Türk’ün birinci cildi çıkmış, ikinci, cildi yarıya yaklaşmıştı. Bir gece kıraathane de Emiri Efendi bana gizlice şöyle dedi: “Avrupa’lı bir müsteşrik (doğu bilimcisi) bu kitabı duymuş, basılan cildini okumuş, kitabı cok sevmiş. Fakat bir de aslını görmek istiyor. Dün bana geldi, çok rica etti, yarın sabah yine gelecek. Ben ricasına dayanamadım, ilim insanı olduğu için hürmet ettim. Bekle desem olmaz, garip bir adamdır. Sen yarın kitabı bana getir, öğleden sonra gel al”

Yalan söyleyeceyini düşünmediğim için inandım. Sabahleyin erkenden kitabı götürdüm, teslim ettim, öğleden sonra gelir alırım dedim. Bu söz üzerine arslan gibi sırıttı. “Kitabı mı? Onu bir daha göremessin” dedi. Hayır ola, ne oldu? dedim. Dinle anlatayım , diye söze başladı. “Benim kız kardeşimin bir damadı var. Adı (Basri Bey) dir. Kırşehir vilayetinde muhasebeci idi. Bunu haksız yere işinden çıkartmışlar. Kalktı geldi, işi bana anlattı. Suçsuz olduğuna ve bir haksızlığa uğradığına kanaat getirdim, tuttum, Maliye Bakanlığı danışmanı Tasin Bey’e bir mektup yazdım. Basri’nin suçsuz olduğunu üç güne kadar yerine gönderilmesini rica ettim. Üç gün geçti, hiç bir cevap alamadım. İşte bu bahaneyle sizden bu kitabı geri aldım. Yalan söylemeye mecburdum. Tanrı beni bağışlasın. Şimdi size düşen vazife şudur. Eğitim Bakanı Şükrü Bey’e gidersiniz, işi olduğu gibi anlatırsınız ve Basri Bey’i üç güne kadar yerine gönderilmesini istediğimi söylersiniz. Eğer üç gün içerisinde gönderilmeyecek olursa dördüncü gün bu kitabı sobaya atar yakarım. Fakat sonra da hükümet beni Beyazıt Meydanı’nda asar. Asılırsam ne lazım gelir? Ağaca çıksam yerde pabucum kalmaz.” dedi.

Üstadı sakinleştirmek istedim, faydası olmadı, gittikçe köpürdü. Daha ileriye gitmedim, kalktım, Şükrü Bey’e gittim, olayı olduğu gibi anlattım. Şükrü Bey yumdu gözünü, açtı ağzını. “Ben seni akıllı bir insan sanırdım, sen ahmakların ahmağı imişmisin. Ne dirayetsiz adamsın. Muallim değil kapıcı bile olamazsın. Düşünmedin mi ki, kitabı sen almadın; Emiri kitabı sana verdiyse Talat Paşa’nın hatırı için verdi. Emiri senden kitabı isteyince sen ya bana gelecek ya da Talat Paşa’ya gidecek işi anlatacaktın. Hadi kitabı kurtar, yoksa seni kovar ve bir daha buraya uğratmam.” diye bağırdı. Çok sert ve gönül kırıcı, can yakıcı sözler söyledi. Cevap sırası bana gelmişti. Dedim ki: Beyefedi bütün sözlerinizi dinledim. Tutunuz ki ben haksızım, fakat kitabı ben alamam, yine siz alırsınız. Bakınız, adam kitabı vermem demiyor. Basri Bey’i yerine gönderin, kitabı alın, diyor. Şimdi size düşen vazife ya Cavit Bey’e söyleyin, ya da Talat Paşa’ya anlatın. Basri Bey’i üç gün geçmeden göndersinler. Biz de kitabı alalım. Kitabı aldıktan sonra, siz de beni kovun, umurumda değil. Tanrı rızkın sahibidir. Çalışır geçinirim. Oradan çıktım. Maliye Bakanlığı Danışmanı Tahsin Bey’e gittim. Olayı anlattım , Emiri Bey’in ültumatını söyledim. Tahsin Bey: Ben Bakan Bey’le görüşür, bir şey yaparım. Yarın bana uğra dedi. Ertesi gün Tahsin Bey’e uğradım. Güldü. Emiri Efendi haklı imiş. Basri Bey haksız yere işinden çıkartılmış. İadesi için karar verildi. Emri çıktı. Yarın yol parasını verip göndereceğiz dedi.

Gerçekten bir gün sonra maliyeden Basri Bey’i çağırmışlar, vazifesine gitmesi söylenmiş.

Basri Bey geldi, işi Emiri Beyefendi’ye anlattı. Ben de “çok güzel, iş bitti, sözünüz yerini buldu, lütfen kitabı verir misiniz?” dedim. Güldü. “Siyasi insanlar çok şey bilir. Belki beni aldattılar. Kitabı almak için sabrediniz. Basri Bey yerine gitsin. Sandelyesine otursun, işe başlasın. İşe başladım diye telgraf göndersin. Kitabı o zaman veririm.” dedi.

Çare yok sözünü kabul ettim. Basri Bey gitti, telgraf geldi, ben de kitabı aldım. Fakat Şükrü Bey’den işittiğim o acı sözleri hala unutamam. Evet soradan gönlümü almak için tatlı sözler söylese idi, belki o acıları unuturdum. Öyle bir şey de söylemedi. O acılar içime çöktü, aklıma gelince hala içim sızlar…

Kitap esasen bir cilt iken ben kitabı üç cilte ayırdım. Kitapta söz başları yok iken ben söz başlarını gösterdim, lügatları da zamana uygun olarak hazırladım. Sonunda kitap aslına uygun olarak basıldı.

Kitabı bir taraftan yazdım, bir taraftan düzenlemesini yaptım ve basımevinde zaman kaybettiğim için tercümeye zaman bulamadım. Kitap bittikten sonra vakit buldum, uğraştım, bitirdim. 22 defter oldu.

Tercümenin bitmesi Birinci Dünya Harbi’nin sonuna rastladı. İlim kurulu dağılmıştı. Kitap basma zamanı değildi, onun için bekledim, durdum…

Filezof Rıza Tevfik Beyefendi’nin Eğitim Bakanlığı’na geldiğini duyunca, takdir ettiğini bildiğim için birgün defterleri koltukladım, Eğitim Bakanlığına gittim. Odasına girdim selamladım, defterleri masasının üzerine koydum, ayakta durdum ve söz bekledim. Beyefendi bir defterlere baktı bir de bana baktı. “Kimsiniz?” dedi. Kilisli Muallim Rifat’ım dedim. “Evet adınızı duydum, peki bu defterler nedir?” Dîvânü Lugati’t-Türk’ün tercümesidir. “Bunları niye getirdin ne olacak?” Bu yapıtımı Eğitim Bakanlığına vermek istiyorum dedim. “Sen bu tercümeyi kendiliğinden mi yaptın, yoksa bir emir üzerine mi yaptın?” Bakanlığın emriyle yaptım. “İyi ama, size emreden bakan, bu makamdan çekilmiştir.” Evet çekilmiştir, fakat makam devamlıdır. Bildiğiniz gibi büyüklerin sözleri makama aittir. Öğle olunca bir Bakan’ın çekilmesi yerine başkasının gelmesiyle o makam adına verilmiş söz geri kalmaz. Madem ki Bakan’lık bana emretti, ben de o emri yerine getirdim. Eserimim alınması makamınıza, dolayisi ile şahsınıza aittir. Üstad güldü, “Sen mantıkçıya benziyorsun.” dedi. Evet dedim. Kilisliyim, mantığın yuvasındanım. İstanbul’dan Anadolu’nun her tarafından, Kafkaslar’dan, ilim yapmış bilginler Kilis’e mantık dersleri almaya gelirler. “Peki kabul ettim. Bakalım size verecek para var mı?” Muhasebeciyi çağırdı: “Şimdi defterleri karıştır, her türlü ihtiyaçlardan geriye kalan bir paramız var mı miktarı ne kadar? Gel bana söyle.” dedi. Muhasebeci gitti, geldi. Serbest olarak 120 liramız var dedi. Üstad bu sefer bana döndü:”Ne yapalım talihine, bu kadar paramız var. Bu miktarı kabul eder misiniz?” Teşekkürle kabul ederim dedim. Bunun üzerine muhasabeci’ye emretti. “Bir senet yapın. Bu eseri 120 liraya alın ve parasını veriniz.” dedi. Senet yapıldı, parayı o dakikada aldım ve kendilerine teşekkür ettim. Teşekkürümü dinledikten sonra: “Daha fazla para bulamadığım için üzgünüm. Böyle yüksek bir kitabın tercümesi için herhalde size bunun bir kaç misli vermek gerek. Lakin ne çare, imkan bulamadım. Affedersiniz.”

Tercüme alındıktan sonra inceleme ve tercüme kuruluna gönderilmiş, oranın kapanmasından sonra İstanbul Üniversitesi’nin Kütüphanesine mal edilmişti. Arada sırada gider okurdum. Kütüphaneye Necip Asım Efendi bakıyordu. Bir gün bana: “Divan’daki Sav’ları (özlü sözleri) çıkardım, tercümenizden çok yararlandım. Aferin hemşerim, güzel tercüme etmişsin.” diye iltifatta bulundu…

 

Not: Kilisli Muallim Rifat Bilge 22 Şubat 1953 Pazar günü Ankara’da Maltepe’deki evinde, yaşama bir kalp krizi sonuncunda, 79 yaşında hayata veda etmiştir. Kabri Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığındadır.

Kilisli Muallim Rifat makalelerini 1945 yıllarında İstanbul “Yenisabah” gazetesinde yayınlamıştır.

Bir devre Kilis millet vekilliyi yapmış olan, Sayın Avukat Şinasi Çolakoğlu, bu makaleleri Türk Tarih Kurumu kitaplığı’ndaki gazete kolleksiyonlarından hemen hemen tamamını bir kitapta toplamıştır.

Konuyu biraz kısaltarak ve bu günümüzün Türkçe’sine uygulayarak sizlerle paylaşıyorum.

 

Şükrü Hüner

1939 Kilis doğumlu olan Mehmet Şükrü Hüner, yedek subaylığını Sarıkamış’da yaptı. Ankara Tapu ve Kadastro Genel Müdürlügü’nde Kartograf ve Koordinatograf Şefi olarak çalıştı. 1971 de Kanada’ya geldi. Toronto’da 30 yıl Northway Map Firmasında Fotogrametrist (Haritacı) olarak çalışıp, 2000 de emekli oldu. Evli ve üç oğlu var. Kanada  Türk Derneklerinin Tiyatro ve Müzik etkinliklerinde görevler aldı. Tarihi, felsefi, edebi eserler okumak ve klasik Türk ve Batı Müziği ilgi alanlarındandır.