Öğretmenim
ÖĞRETMENİM
Van Bolk diyor ki : İnsan eksik doğan bir canlıdır.Bu eksikliğini eğitimle tamamlar.(Ben buna tamamlayabilirse sözcüğünü eklemek istiyorum.)
Yine, Halife Ali’ye mal edilen bir söz var: Bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum der.
Yine halk arasnda öğrenmeyi motive eden, ‘’Öğrenmek beşikten mezara kadar sürer” sözünü herkes bilir.
Bir Sümer ata sözü ise: Biliyorsun neden öğretmiyorsun!…
Bu yukarıdaki, baldan damlama sözlerin hepsi, öğrenmek ve öğretmek üzerine söğlenmiş altın sözlerdir.
Öğrenmek insan hayatında nekadar değerli ise öğretmek de o kadar kutsal bir uğraşıdır. Eğitim hayatında her insanın bir unutulmaz öğretmeni olduğu gibi benim de hayatımda atırlayacağım, O eli öpülecek ilk okul öğretmenimdir sayın Adil Türköz.
İnsan dün ne yediğini hatırlamaz, ama o çocukluk yaşlarını dün gibi hatırlar. Okula başladığımız ilk günler, sınıfımızda beş Mehmet vardı. Mehmet Yıldırım, Mehmet Uncu, Mehmet Alıcı, Mehmet Günal, Mehmet Şükrü Hüner. Ne zaman öğretmenimiz Mehmet değince beş Mehmet birden ayağa kalkıyor. Öğretmenimiz bu kargaşalığı önlemek için herkesi soy adıyla çağırmaya başladı. Benim ikici adım olduğu için beni de Şükrü diye çağırmaya başladılar, ben o günden sonra okulda Şükrü, evde ve mahalle arkadaşlarım arasında Mehmet kaldım.
Daha ileri yaşlarda, bir gün birkaç okul arkadaşım bizim evin kapısını çalmış. (Çalmış dediysem kapıyı yerinden söküp götürmüşler demek değil, kapının tokmağına vurmuşlar.) Bu da Türkçemizin bir güzelliği. Kapıya annem gelmiş, arkadaşlar ‘’teyze Şükrü evde mi?’’ diye sorarlar, annem ‘’Oğlum, Şükrülerin evi burası değil!’’ diye, arkadaşlarımı kovarcasına terslemiş ve kapıyı kapatmış. Evet herkes böylece soy adı ile çağrıldı. Fakat kendi aramızda herkesin bir takma adı vardı. Örneğin; biraz iriyarı ise ZOBU, eğer ufak tefek ise NOHUT, veya YARIM PORSİYON, DAŞKAFA, MOLLA gibi…Ya senin adın ne idi, diye sorduğunuzu biliyoum. Oda bana ait, söylemem. Sadece şunu söyleyeyim, öğretmenimiz, Şükrü Hüner tokadı yiyince fır fır döner derdi… Bu isimleri yüz yüze söylemezdik ama onun olmadığı zamanda işte molla geliyor, zobu bugün gemiyecek veya nohut ayağını kırmış diye söylenirdi.
Bir raslantı olsa gerek, bazan haylaz ve problemli çocuklar bir sınıfta toplanır, HABABAM SINIFI olur. Bazen zeki ve çalışkan çocukar biraraya gelir. Bizim sınıf ise çalışkan ve zeki cocukların toplandığı bir sınıf idi, tabii ben hariç. Bu çocukların büyük bir kısmı ileri yıllarda çok iyi konumda olup köşe başlarını turttular, hatta içimizden Yalova kaymakamı olan bile vardı. (Kim takar Yalova kaymakamını) argosu aklınıza gelebilir. Gerçekten Yalova kaymakamı.
O eli öpülecek bilge kişi ilkokul öğretmenimden hala aklımda kalan ve yeri geldiğinde anlattığım bir anektodu sizlerle paylaşmak isterim. Atatürk Devrimlerine sıkı sıkı bağlı, Atatürk hayranı bir insandı. Bir dersimizde, Atatürk’ün Büyük Devrimlerinden olan Harf Devrimini bize anlatıyordu: Biraz mürekkep yalamış bir adamın yolu bir gün bir köye düşüyor. Namaz vakti, ezan okunuyor. Abdest alıp, namaz kılacak. Köy halkıyla beraber caminin çeşmesinde abdest alırken, sağındaki insanın kıçını oynattığını fark eder. Solundakine bakar, onun da aynı hareketi yaptığını görür. Adam şaşırıp, köylülere niye böyle yaptıklarını sorar. Köylüler de bize köyün hocası ‘’ Ellerinizi yıkarken, büzük oynatmak abdestin sünnetidir.’’ dedi, derler. (Sünnet dinimize göre yapmak mecburiyetinde olmayıp, yani farz olmayandır.) Adam hocayı namazdan sonra bulur, hocaya bunun bir yazılı yeri var mı diye sorar. Hoca tabii var der ve yazılı olan kitabı adama getirir. Adam bakar yazıyı okur, hocaya döner: ’’Bu büzük değil, yüzük okunur.‘’ der. Abdest anında elinizi yıkarken parmağınızda yüzük var ise, yüzüyün altını yıkamak için yüzüyü oynatmak sünnettir’’ der.
Burada öğretmenimizin bize öğretmek istediği, Arab Alfabesini iyi bilmeyenin yanlış okuyabileceğini anlatmak idi. Ve sonra, tahtaya karıncaya benzeyen bir Arab harfi yazdı, üstüne bir çizgi koydu. ’’ Bu yüzük okunur, altına bir nokta koyarsan büzük okunur. Yani kaza ile bu harfin altına bir sinek pislerse nokta olur ve böylece yüzük de büzük olur.’’ diye bir de espri yaptı. Harf devriminin doğru ve yerinde olduğunu, önceleri yüzde birlerde olan okuma yazma oranı kısa bir zaman içerisinde Latin Harfleriyle yüzde onlara çıktığını anlattı. Bu ve buna benzer daha bir çok eğitici anılarım var.
İlkokul bitti, ortaokul bitti, o zamanlar Kilis’de lise olmadığı için herhes bir yere dağıldı. Gaziantep, İstanbul , Ankara liselerine… Ama her bayram tatilinde Kilis’de buluşur, hep beraber öğretmenimize gider elini öper, O da bize şeker verir, eski günleri konuşurduk. Derken lise bitti, yine herkes bir üniversiteye dağıldı. O zamanlar Kilis’de üniversite yoktu. (şimdi Yedi Aralık ismi altında, 8 bin civarında öğrencesi olan, bir üniversitemiz var.)
Üniversitenin, birinci, ikinci, üçüncü sınıfın tatilinde yine Zobu, Nohut, Yarım Porsiyon, Daşkafa Ali Kilis’deyiz. Maarif Kahvehanesinde toplandık. Bu kahvehane tavla, iskambil oynanan bir kahvehane değildir. Gazete okunan, sözde bizim gibi entellektüellerin toplanıp, San’at, Edebiyat, sohbetlerinin yapıldığı bir yerdir. Nihayet okullar bitiyor, hayata atılacağız. O zamanlar KPS, DSP. SSP daha nebileyim bunun gibi sınavlar yok idi. Zaten bir çoğumuz ilgili kurumlardan burs almışız, işlerimiz hazır demekdir. Artık Edebiyat, San’at konuşma yerine ileride helalcıklarımız olacak hatunlar konuşuluyor. Herkes bir diğerinin hangi hatunla ilgileniyor veya kendisinin tanımadığı başka hatunlar var mı diye, birbirinin aklından geçeni anlamaya çalışıyor, aynı konu uzayıp gidiyor…
Yine böyle bir bayram günü, biraraya geldik ve öğretmenimizin elini öpmeğe gittik. O bilge insan bizi sevgiyle karşıladı. O tok sesiyle tek tek okullarımızı sordu. Birara, içimizde en çok dayak yiyen kimdi? tartışması yapıldı. En çok dayan yiyen, Daşkafa Ali de karar kıldık. Bizim ona Daşkafa dememize bakmayın. İTÜ makine bölümünü Türkiye ikincisi olarak kazandı, birincilikle de bitirdi. Artık öğretmenimizden ayrılma zamanı gelmişti ve bundan sonra hep bir arada kendisini ziyarete gelemiyeceyimizi hepimiz biliyorduk. Tekrar O bilge insann tek tek elini öptük, kapıdan çıkarken Daşkafa Ali döndü, ‘’Öğretmenim!’’ deyince, acaba Daşkafa ilgisiz bir laf mı edecek diye hepimiz dikkat kesildik. ‘’Öğretmenim, bize son olarak ne nesihat edersiniz?’’ diye sordu. Öğretmenimiz, bir kaç saniye düşündükten sonra, Daşkafa Alin’in kulağını şefkatla tuttu, o eli o anda hepimiz kendi kulağımızda hissettik. Eli Daşkafa’nın kulağında,ama hepimizin tek tek yüzüne bakarak, bize Konfiçyüsün sözünü hatırlattı ( SANA YAPILMASINI İSTEMEDİĞİN HAREKETİ, SEN DE BAŞKASINA YAPMA) dedi. Kapıdan sesisce çıktık, hiç birimizden tek bir kelime çıkmadı. Herzaman ayrılırken yarın buluşacağımız zamanı kararlaştırırdık . Bu sefer her yol ayrımında bir bir sessizce tek kelime söylemeden evlerimize dağıldık…
İleri yıllarda, yine bizim sınıftan, öğretmenimizin oğlu Doktor Hüsnü ile bir buluşmamızda, sohbet arasında, bana söylediği bir sözle çok mutlu oldum. Biliyor musun Şükrü, babam: ‘’Hayatta beni en çok mutlu eden öğrencim Şükrü oldu.’’ dedi. Ben hemen hatırladım, evlenirken, öğretmenime gidip, kendisine nikah şahidim olmasını rica ettiğimde O da memnuniyetle kabul etmişti. Yine sonraki bir görüşmemizde, Hüsnü bana O sevgili öğretmenimizin, O bilge insanın alzheimer olduğunu söyledi. O günkü acıyı hala içimde hissetmekteyim….
Mehmet Şükrü HÜNER
1939 Kilis doğumlu olan Mehmet Şükrü Hüner, yedek subaylığını Sarıkamış’da yaptı. Ankara Tapu ve Kadastro Genel Müdürlügü’nde Kartograf ve Koordinatograf Şefi olarak çalıştı. 1971 de Kanada’ya geldi. Toronto’da 30 yıl Northway Map Firmasında Fotogrametrist (Haritacı) olarak çalışıp, 2000 de emekli oldu. Evli ve üç oğlu var. Kanada Türk Derneklerinin Tiyatro ve Müzik etkinliklerinde görevler aldı. Tarihi, felsefi, edebi eserler okumak ve klasik Türk ve Batı Müziği ilgi alanlarındandır.