Yazar Elif Elif Diye
Oğuz arkadaşım paylaşmış bugün, facebookta gözüme takıldı, ve epey bir süre takılı kaldı:
“Dünyayı kazanacağım diye ruhunu kaybetme.”
Ve içim anlatmaya başladı…
Büyü Elifcik!
Ruhun isyanlarda. Artık karanlık dehlizlerde savrulurken tutacak bir el istemiyor. Kendi dengesini kendi başına tutturmak istiyor.
Bazen “şuursuzca iyi”, bazen “acımasızca fena” arasında zikzaklardan da sıkıldı, çizgiden şaşmamak istiyor.
Kontrolün tamamen bende olduğunu biliyor artık, önünü az sisli puslu da olsa, görebiliyor.
Artık sadece ona itibar edilmesine razı, sorumluluğu üstleniyor.
Kontrolü epey bıraktırttı sana, ama ara ara hâlâ didişmek zorunda kalıyor, lâf dinlemediğinde ensene bir tane patlatmaktan çekinmiyor.
İçindeki canavarları, öcüleri sana kazandırma yolunda, pes etmiyor. Gücün iyiliğinde değil, esas o dizginlenemeyen kötü bulduğun, kendine yakıştıramadığın hallerinde. Seni iflâh olmayan paradokslarınla uzlaştırıyor.
Ben de çoğumuz gibi sadece iyiye, güzel, doğruya yönlendirilen bir çocuktum. Daha doğrusu, minik bir robottum. Aklına çok güvendiğim(iz) bir annem vardı. En doğrusunu bilen, hem akıllı, hem güzel, hem hamarat mı hamarat, iyi mi iyi…Annem erkenden kalkar, kendi başına iki çocuk, kafada bigudiler, yemekler, sofralar, misafirler, hem yemek sonrası- sonradan benim görevim olan-masa altı silmeler, süpürmeler, sosyal hayat tavan, sadece bizi değil, etrafındaki herkesi çekip çeviren bir sihirli değnekti. Bana sadece hayran olmak, ve denileni yapmak düşüyordu. Ne âlâ, düşünmen gerekmiyor, süper bir konfor alanı.
Birileri sana bu iyi diyor, bu kötü diyor, sen de kaydediyorsun belleğe.
Ama hepimizde her şeyden biraz var. Bir zaman sonra ne yapacağını bilmiyorsun ara ara kendinde karşılaştığın o kötü dediklerinle…Şiraze şaşıyor.
Ergenlik denen baş belası evrede burunlarını sokuyor zaten o meretler…Kendimce, naçizane iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa ihanet etmemeye çalıştığımdan, itiraz etmeyi tercih etmedim ben. Bunun yerine kendi yöntemlerimle, yine istenilen doğrultuda, ne şiş yansın, ne kebap , hareketlerimi yönlendirmiştim deyip, kısa keseyim mevzuyu, kibarca.
Biz öyle kalabalığız ki, hemcinslerimden bahsediyorum sadece… İtiraz etmeyen, punduna uyan, uyduran, hep iyi, edepli, merhametli, vicdanlı, her lüzumlu lüzumsuz şeye özür dileyen, saygıda, edepte kusur etmemeye çalışan, sonra da saçma yerlerde içindeki dizginleyemediği canavarla ara ara karşılaşan, bazen bastıran, bazen bastıramayan, “iyi”ler, “kötü”leri arapsaçına dönmüş bir kuşağız. Kötü, kaba, fevri, isyankar olunamaz, kimse sevmez öylelerini…Asla misafirliğe eli boş gitmeyenleriz biz, başkalarına ayırdığımız zamanın en güzel hediye olduğunu asla düşünmeyerek.
Sevmeyi hediyelere boğmak sananız biz. Bağımlılığı sevilme sananız…
Bütün güzellik yarışmalarında “dünyada barış” isteyen kızlar gibiyiz, şuursuzca sadece iyiyi, güzeli, doğruyu kabul eden, diğer kötü dediği herşeyi yok saydığını sanıp, baskılayan. Giderek de bu sınırlar tarafından boğulan…
Annemizin sıcak kucağından ayrılmak istemeyen, ama bir yandan da isteyen( Beyaz’ın bir tiplemesi vardı, hem denize girmek istiyorum, hem de ıslanmak istemiyorum” diyen, aynen o hal), öğrendiklerini üstüne eklediği iflah olmaz dış bilgilerle kız evlatlarına aktarmaya hevesli, bağımlılıkları işine geldiğinde hoş, işine geldiğinde nahoş bir grubuz.
Bayramda sıkıysa komşuların yanına çıkma! Aylarca etkilerinin evde fırtına gibi esebileceği evlerde büyüdük biz. Kaçımızın annesi telefonu kapatırken, biz bir şey demediğimiz halde, eğer yanında bir varsa, “Olur söylerim, onun da selamı var” demez? Neden? Çünkü kızı kibardır, konuyu, komşuyu, bakkalı, kasabı, dıdısının dıdısını düşünür, öyledir adet bizde. Yetmiş beş yaşındaki annem, bağırsak kanseri olduğunda yoğun bakımdan çıktığında, başında bekleyen kızının koğuş hemşirelerine ikram edilecek pasta böreği düşünemediği için üzülmüştü, Allahtan halasını iyi tanıyan kuzenim Pelin, bu olmazsa olmaz görevi yerine kimse söylemeden yerine getirmişti de, ailecek mutlu olmuştuk. Bu gülüp geçtiğimiz küçük şeylere, aslında kuşaktan kuşağa aktarılan hoşluklar olarak bakıldıkça, içimizdeki küçük kızlar hep bu hikayelerle büyüdükçe, içimizdeki canavarları yok saydıkça, hep iyi, daha iyi olmayı hedef edinince, dünya öfke dolu, kime kızacağını şaşırmış insanlarla doluyor işte.
Yakın arkadaşlarımızı da öyle iyiler arasından seçtiğimiz için de etrafımız kibarlıktan geçilmiyor…En yakın dediğimiz arkadaşlarımıza bile ezkaza o kötücül yanımızı gösterdiğimizde, hooop, sepet havası olabiliyoruz. Sen kendini bütün olarak kabul etmediğinde, kimseler etmiyor. Seni “parça parça, mümkünse işimize yarayan sıfatlarını alalım, işimize gelmeyeni almayalım, mümkünse parçala kendini, öyle gel” şeklinde istiyorlar. Bazen mümkün olmuyor…
Daha mesafeli arkadaşlıklarımızda ise “Herkes beni ne çok seviyor!”u aramaya meyil ediyoruz. Etraf sevgi sözcüklerinden geçilmiyor, çok kısa sürede “Elif’im” mertebesine erince “Dur bir dakika bu işte bir tuhaflık var,” demek yerine, hoşnut oluyoruz. Kendini yeteri kadar sevenin, çok sevilmeye ihtiyacı olmuyor esasında.
Kendini bilen de iltifata da, yerilmeye de mesafesini aynı tutuyor. Her iki durumdan da fazlaca etkilenip bazen coşup, bazen ağlak yapmıyor.
Ve en önemlisi, bu şekilde fazla ahlakçı öğretilerle büyüyünce, iç seslerimiz susuyor. Bastırıyoruz bunlar. İçimiz bir şey diyor, dışımıza uymak için başka şekilde davranıyoruz. Bir süre sonra ise biz kadınların evrenle en kuvvetli bağı olan sezgilerimiz uykuya yatıyor. Hayatı anlamlı kılacak her şey içimizden süzülüp boşalıyor, ışığımız azalıyor, renklerimiz soluyor. Birbirimizin aynısı oluyoruz.
Aynı şekilde davranıyoruz kızlarımıza, biz nasıl kendimize yabancılaştıysak, onları da kendilerinden uzaklaştırmaya başlıyoruz. Bize doğru diye öğretilenleri mutlak doğru varsayıp, onları korumak adına boca ediyoruz güzel ruhlarının üstüne, beton niyetine, bütün iyi niyetimizle, aynı annelerimizin korumacılığıyla. Uzaklaşmalarını istemiyoruz onları ancak biz koruruz diye. Kendi başlarına uçmayı öğrenmelerine razıyız diyoruz lafta, arkalarından ağıtlar düzüyoruz, göreceklerini bile bile. “Dünya korkunç bir yer, ya kaybolursan?” mesajları gırla gidiyor. Onlara da kendileri gibi olmalarını, içindeki mücadeleci, her koşulda yolunu bulabilen kadını hep aramalarını, el alemi hiç iplemeyip, kendi istedikleri hayatı tasarlamalarını, bunun için de onları hep koruyan “anneyi” zamanı geldiğinde küçük bir törenle bırakmaları gerektiğini anlatmıyoruz.
Bir annenin kızına bırakacağı yegâne mirası var halbuki: o da onlara öğretilenlerdense, sezgilerine daha fazla itibar etmeyi öğretmek, ki biz etrafta olmadığımızda elleri boş kalmasın, bunu unutuyoruz…
Okuyan bütün annelere sevgiler…
Ruhunu büyütmeye niyetli olanlara “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı öneriyorum…
Fotoğraf: Elif Barut
Elif Barut
Ankara’da 1967’de doğan Elif Barut’un çocukluğu Cezayir’de geçti. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Mimar olarak başladığı meslek hayatına, 2014’te Toronto’ya gelene dek gümüş sanatçısı olarak devam etti . Elif Barut artık sadece denemeler ve hikayeler yazıyor, fotoğraf çekiyor.